Kudüs’te bir gün..
Önsöz: Bir yazıya başlarken ilk paragrafta genel bir giriş yapılır, az sonra bahsedeceğin konu hakkında çoközet bir kaç cümle yazarsın. Biz Kudüs’e benim bu satırları yazmamdan yaklaşık bir ay önce gittik; ben bu bir ayda kafamda çevirdim durdum; yazıya girişi nasıl yapmalıyım diye. Düşündüm, dedim ki, kardeşlikten bahsedeyim, barışın ne kadar güzel birşey olduğundan bahsedeyim, ben böyle düşünürken haberlerde son dakika geçmeye başladı, ülkemiz bir bilinmeyenin ardından savaşa giriyordu, patlama oluyor insanlar ölüyor, sonra terör saldırıları oluyor, askerler ölüyor, o onu öldürüyor, bu buna kıyıyor.. Anlayacağınız barış tamamen benim uydurduğum birşeydi, vazgeçtim. “İyi o zaman ben de hoşgörüden bahsedeyim bari” dedim; “Sokaklarında her dinden insanın yan yana rahatça yürüyebildiği bir şehir” diye başlarım lafa dedim. Öğrendim ki Mescid-i Aksa’ya İsrail askerleri girmiş, olay çıkmış, bir Filistinli ölmüş. Kimin kimi öldürdüğünden ziyade, bir grubun diğer bir grubun inancına, kutsal mekanına yaptığı saygısızlık ve akabinde bir insanın ölmesiydi canımı sıkan. Vazgeçtim. Bir süre uzak durdum bu yazıdan anlayacağınız, hoşgörünün, kardeşliğin, barışın bu dünyada ayakta duran kanıtı olması gereken bir şehir olan Kudüs’ü yazmak içimden gelmedi. Sonra karar verdim, “Ben yine yazayım, inandığım, hayalini kurduğum, ileride çocuklarıma anlatmayı düşlediğim dünyaya göre yazayım” dedim ve başladım..
Kudüs : Barışın, Kardeşliğin ve Hoşgörünün Şehri..
Blogumuzu takip edenler biliyor, biz İsrail’e Kasım ayından beri (izinde olduğumuz 1.5 ayı saymazsak) her 15 günde bir geliyoruz ve geldiğimiz bu sürede Kudüs benim gerçekten görmeyi çok ama çok istediğim bir yerdi. Daha önce bahsetmiştim; limanlarda dışarıya çıkmak tam anlamıyla çok bilinmeyenli bir denklem, benim için bir tık daha kolay; ancak Sefer’in çıkması daha da komplike. Şansımıza bir cuma günü Haifa’ya yanaştık; cumartesi günü Yahudilerin Şabat’ı, yani kutsal günü olduğu için operasyon yoktu ve gemi limandan pazar günü kalkacaktı 🙂 Beni tahmin edebilirsiniz; bu haberi duyar duymaz başladım, nolur gidelim nolluur diye 🙂 Bir gün öncesinden taksi ayarlandı; cumartesi günü sabah 7.30’da taksi “kapının” önündeydi, gemiden bir grup insan gitmeye hazırdık. Kudüs araba ile Haifa’dan yaklaşık 1.5-2 saatlik mesafede. Yolda İsrail’in o hep bahsedilen devasa seralarını görme imkanımız oldu; gerçekten kilometrelerce uzunlukta; kocaman yeşil alanlar var yolun kenarında. Bir kez daha özellikle kış aylarında İsrail’den neden bu kadar çok meyve sebze taşıdığımızı anlamış oldum.
Kudüs’e vardığımızda ilk bir tepenin üstünde durduk. Burasının adını bilmiyorum ben manzara tepesi diyeceğim 😀 Adeta şehre daha varmadan neler göreceğinin vaat edildiği bir manzarası var; bir an heyecanlanıyorsun; Kubbet’üs Sahra’nın o muhteşem altın kubbesi en dikkati çeken yapı. Bir kaç fotoğraf çektikten sonra şehir merkezine gitmek üzere tekrar yola çıktık.
Yollar inanılmaz kalabalık, her tarafta tur otobüsleri özellikle dikkati çekiyor. Kudüs’ün aslında ne kadar önemli bir şehir olduğunu içine girince daha iyi anlıyorsunuz; Kudüs şehri 3 semavi din tarafından da kutsal sayılan tek şehir. Kimisine göre dünyanın merkezi, tarihi Milattan önce 10.000’lere kadar dayanıyor. Bizim gezdiğimiz kısım “Eski şehir” denilen, 3 dine ait en önemli yapıların bulunduğu kısım. Ki okuduğuma göre aslında öyle küçük bir alan ki, 1 kilometrekare bile değilmiş! Kudüs şehri adeta bütün imparatorlukların sahip olmak istediği bir şehirmiş; tarihi boyunca defalarca yakılmış, yıkılmış, farklı ülkeler tarafından işgal edilmiş. Kudüs’ün tarihini merak ediyorsanız buraya tıklayarak inceleyebilirsiniz.
Eski şehire giriş için farklı kapılar var; biz “Sion” kapısını kullandık. Koca kapıdan girdiğiniz nokta aynı zamanda Ermeni mahallesi. Okuduğum kadarıyla şehir Müslüman, Yahudi, Hristiyan ve Ermeni olmak üzere toplam 4 mahalleye ayrılmış. Sağlı sollu minik dükkanların bulunduğu bir sokaktan geçtik. Şehrin içine doğru yürüdükçe özellikle sokakları kalbimi fethetmeye başlamıştı bile. Daha önce yazmıştım; ben Hataylıyım, Arap kültürünün tam göbeğinde büyüdüm; üzerine Halep’e gitme şansım olmuştu; o yüzden gördüğüm binaların yapılış tarzı veya sokaklarda duyduğum o lisan bana çok yabancı değildi; mesela biz kenarda otururken bir tane teyze kafasında torba taşıyarak geçti; Sefer çok şaşırdı 🙂 Oysa benim için oldukca alışıldık bir görüntü, ben Reyhanlı’da kafasında televizyon taşıyan teyze görmüştüm 🙂 Kudüs’ün o daracık sokakları, bazen sinagogların yanından geçerken duyduğum etkileyici ilahiler, sonra Mescid-i Aksa’da okunan o ezan sesi, o kilise çanları.. Bunun Türkiye’de bir benzerine zannediyorum ancak Antakya’da rastlarsınız, bu kadar iç içe bir yaşam ben sadece orada gördüm. Öğle güneşinin altında da olsak, o sokaklarda yürümenin keyfi bambaşkaydı; bir an bir sokağa dönüyorsun; taksi şöförü diyor burası Arap mahallesi, bir başka yere giriyosun; şimdi Hristiyan mahallesi. Ben hangi mahallede olduğumuzu tezgahlardaki objelerden çıkarmaya çalıştım; kendini direk belli ediyor.
Bizim ilk durağımız Mescid-i Aksa idi. Mescid-i Aksa’dan çok özetle bahsetmek gerekirse; Müslümanların ilk kıblesi olduğu yazılı bazı kaynaklarda; Mekke ve Medine’den sonra en önemli 3. camisi. Hz. Muhammed’in Burak adlı atıyla miraç esnasında üstünde durduğu miraç taşı da içerisinde. Yanında ise kabesi altından olan Kubbet’üs Sahra var. Hz. Ömer tarafından 14 ayar altından yapılmış. Yahudiler için bu alanın önemi ise Kutsal Tapınak’ın bir zamanlar burada yer alıyor olması. Zaten az sonra bahsedeceğimiz “Ağlama Duvarı” da bu alanın hemen yanında. Biz tam ramazan ayında gittik; oldukça kalabalıktı Mescid-i Aksa.
Hemen herkes elini kolunu sallaya sallaya giremiyor onu baştan söyliyeyim. Bir çok kapısı var, her kapısında önce İsrail askerleri duruyor. Size nereli olduğunuzu soruyorlar, kimliğinizi gösteriyorsunuz, zaten “Türküm” dediğiniz anda hiç sualsiz devam et diyorlar. İkinci kontrolde ise Filistinli Müslüman Gönüllüler var. Bu gönüllüler “Müslüman mısın?” diye soruyorlar; evet desen de olmuyor; bir dua okumanı istiyorlar. Kadınların tabiki pantolonla veya başı açık girmesi yasak; bana ordan bir etek verdiler; gitmeden çantama uzun kollu ceketimi atmıştım; şalımı da baş örtüsü yaptım, oldu bitti, girmeme izin verdiler. Ramazan ayında Kubbet’üs Sahra’yı kadınlara, Mescid-i Aksa’yı da erkeklere ayırmışlar. Kubbet’üs Sahra gerçekten çok etkileyici; biraz da belki televizyondan, belgesellerden aşina olduğumuz için ben heybetinden çok etkilendim, etrafından dönüp fotoğraflar çekildik. Akabinde Sefer’ler öğle namazı için Mescid-i Aksa’ya gittiler; ben bir köşeye oturup etrafı seyrettim. Düşünsene, tarihi bu kadar eskilere dayanan bir yere sırtını dayamış oturuyorsun; acayip güzel bir histi, bir parçası olmuş gibi hissediyorsun kendini.
Bir ara oradan çıkıp birşeyler atıştırdık; etrafı Arap Mahallesiydi, bizim girdiğimiz lokanta bizim hanlara benziyor, o serinlik güzel geldi. Menüde adı en tanıdık olan “Kebab” yedik tabiki, ilk masaya getirdiklerinde görseli pek iştah açıcı değildi; ama lezzeti gerçekten çok güzeldi. Hatta Restauranta ilk girdiğimizde burnuma hemen “Kakule” kokusu geldi, bizim orda kahvelere koyarlar aroması için, inanılmaz güzel bir baharat, adamdan istedim farklı birşey diyorlarmış onlar ama verdi bir kaç tane, eski bir arkadaşıma kavuşmuş gibi oldum 😀
Birşeyler atıştırdıktan sonra bu defa Ağlama Duvarı’na (Western Wall) geçtik. Zaten yazdığım gibi Mescid-i Aksa’nın hemen yanında. Burada kapıda birşey sormuyorlar, güvenlikten geçmeniz yeterli oluyor. Bizdeki gibi erkek ve kadınlar için bölümler farklı. Okuduğum kadarı ile, burasının tarihi şöyle; M.Ö. 1000’li yıllarda Hz. Davut şehri ele geçiriyor ve bugün Mescid-i Aksa’da bulunan kutsal taşın üzerine bir ibadethane inşa etmek istiyor; ancak ömrü yetmiyor; bu görevi Hz. Süleyman tamamlıyor. “Süleyman Tapınağı” olarak bilinen bu tapınak MÖ 586’da Babil Kralı tarafından yıkılıyor; ancak İranlı kral II. Kiros tarafından buradaki Yahudiler kurtarılıyorlar. Ardından tekrar tapınağı inşa ediyorlar; ancak bu defa milattan sonra 70’li yıllarda Roma İmparatoru’unun oğlu Titüs’ün askerleri gelip tekrar bu tapınağı yıkıyorlar. Tapınaktan geriye sadece bir duvar kalıyor; işte bu duvarda bugün “Ağlama Duvarı” olarak bilinen duvar. Gerçekten sadece kocaman bir duvar kalıntısı görüyorsunuz, dibinde insanlar duvara yaslanmış dua ediyorlar; bizlere göre alışılmadık bir görüntü.
Ağlama Duvarı’nın ardından bu defa istikametimiz Kutsal Mezar Kilisesi (Holy Sepulchre Church).Kalabalık kilisenin avlusundan başlıyor. Bu kilisenin özelliği
Hz. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra üzerine yattığı ve yıkandığı taşın burda bulunuyor olmasıymış. Bir diğer özelliği de Hz. İsa’nın yeniden dirilişinin burdan gerçekleşeceğine inanılmasıymış. Gerçekten kilisenin kapısından ilk girdiğinizde inanılmaz bir heybetli bir yapı olduğu dikkatinizi çekiyor. Hemen kapının karşısında kutsal taş var; İsa’nın kanıyla yıkandığı için hep ıslak kaldığına inanılıyor. Bir görseniz, bir çok insan diz çökmüş boyunlarındaki haçları taşa sürüyorlar, kendileri de taşa kapanıyorlar; ellerindeki objeleri taşa sürüyorlar, çok enteresan bir görüntü gerçekten. Kutsal taşın sol tarafındaki kalabalığa kapılıp devam ederseniz karşınıza inanılmaz heybetli bir kubbe ve altında kapalı bir bölme çıkıyor. O bölmenin etrafında onlarca kişi sıraya girmiş; inanca göre Hz. İsa tam ordan göğe yükselmiş. Kubbeden biz tam oradayken inanılmaz bir ışık hüzmesi iniyordu; ben hayran kaldım.
Kilise bir çok bölmeden oluşuyor, aşağı merdivenle inerseniz farklı bölmelerde farklı yapılar var. yine okuduğumun yalancısıyım; bu bölmelerin her biri farklı bir Hristiyan mezheplerinin kontrolünde imiş; benim dikkatimi çeken şey bazı bölmelere çok sayıda fotoğraf, not atılmasıydı; galiba dilek diliyorlar buralarda.
Zaten kilise o kadar kalabalık ki, grup grup turist akını var; Hristiyanlar için Hacı olmak için son durak burası anladığım kadarıyla. İsa’nın sırtında çarmıhı taşıyarak yürüdüğü yola “Çile Yolu” adı veriliyormuş; bu yolda İsa’nın durakladığı 14 nokta varmış. Bu noktalara bugün kiliseler inşa edilmiş; ancak zaman kısıtı nedeniyle bir o kiliseleri göremedik. Kiliseden de çıktıktan sonra ara sokaklardan geçerek araca doğru yürüdük. Ara sokaklarını hiçbir zaman unutamayacağım galiba; inanılmaz güzel; yapısı, kokusu, o kaos.. Ben çok sevdim.
Artık son durağımız Zeytin Dağı idi. Eski şehire karşıdan bakan bir dağ. Dağın yamacında binlerce mezar var; Yahudilik inancına göre sırat köprüsü tam olarak bu tepeden karşıya Kutsal Tepe’ye (Bugün Kubbet’üs Sahra’nın durduğu tepe) kurulacağına inanılıyormuş. Dolayısıyla burada yatanların da mehdi geldiğinde ilk dirilecek insanlar olduğuna inanılıyormuş; hatta bu yüzden buradaki mezar yeri fiyatları binlerce doları buluyormuş ( kimi kaynaklarda milyon dolardan bahsediyor?!). Biz Zeytin Dağı’nda durmuş uzaktan şehri seyrederken; oradaki bir makine, ingilizce şehrin tarihini anlatıyordu. O sesli makine anlatıyor, Kudüs’ten dünden bugüne kimler gelmiş, kimler geçmiş. Her gelen bir yeri ya kırmış, ya dökmüş, ya değiştirmiş, direnen Kudüs’ün kendisi olmuş; bugünlere kadar gelmiş. Sadece ismi değişmiş, Babil’i Kudüs’ü, Bizans’ın Kudüsü, Osmanlı’nın Kudüs’ü, Filistin’nin Kudüs’ü, bugün İsrail’in Kudüs’ü. Makine konuşurken benim aklıma bir şarkı takıldı; hani Aysel Gürel’in dediği gibi, bu dünya ne sana ne de bana kalmamızmış, Sultan Süleyman’a kalmamış böyle, hiçbir kitap yazmamış..