Cebelitarık’ı Keşfeden Kız
Ahh dostlar, ne uzun zaman olmuş bloga yazı yazmayalı 🙂 Şimdi size çoook uzun yollardan sonra yazıyorum; evet Amerika’dan 🙂
Amerika maceramız buuuzz gibi bir kış günü İstanbul-Ambarlı limanından başladı. Normalde 30 Aralık’ta gemiye katılmamız gerekiyordu; ama kar nedeniyle limana yanaşması geciken gemi ha geldi ha gelecek diye beklerken, hayat bana bir güzellik daha yaptı; yılbaşını ablamlarda canım yeğenlerimle geçirdim 🙂 Evet bunu yazmalıyım size, yeğenlerim 2 tane oldu, Pera’dan sonra canımm Milam doğdu, öyle mutluydum ki hep birlikte yılbaşına girmekten 🙂
Gemimiz “Mukaddes Kalkavan” 2 Ocak’ta sonunda Ambarlı’daydı. Gemiye girdiğimizde ilk dikkatimi çeken bir önceki seferlerdeki gemilere göre oldukça büyük bir gemi oluşuydu, kamaramızı bir görseniz, salon önceki kamaralarımızın tamamı kadar 🙂 Aslında gemi boy olarak 30 metre daha uzun, bir önceki gemiler 150 metrelikti, bu 180 metrelik; ama içerisi çok farkediyor, köprüüstü, yaşam mahalleri kocaman 🙂 Ben tabi gemiye katılır katılmaz başladım yerleşmeye, daha önceki yazılardan bavul maceralarımızı hatırlarsınız, bu defa Sefer neredeyse başımda bekledi “gereksiz” eşyaları almamam için:) Her zamanki gibi iplerim, boyama kitabım, oltam, balıkçılık malzemelerim, kanaviçe gerekçelerim vs vs derken 2 kocaman bavulla geldik yine gemiye 🙂
Bu defa çok farklıydı çünkü; içten içe biraz çekinerek hazırladım bavulumu, önceki seferlerimizde 15 günde bir aynı rotayı tekrarlıyorduk ve bu rotada hiçbir limana uğramaksızın gittiğimiz maksimum süre 4 gündü. Bu defa 45 günde bir rotayı tekrarlayacağız ve hiçbir limana uğramadan geçen süre (Aliağa’dan sonra Fas’a uğruyoruz nasılsa çıkamıyorum diye onu saymıyorum) 17 gün!! 😀 Düşünün 2 Ocak’ta gemiye katıldık, bugün ayın 22’si ve New York’a yeni yanaşıyoruz; yani 20 gündür ayağım toprağa değmedi 🙂
E tabi rakamlarla konuşunca insanın gözü korkmuyor değil, sıkı durun, 20 günde kat ettiğimiz yol 5.305 deniz mili yani 9.824 km! İnsanların uçakla maximum 11 saatini alan yol bizim 20 günümüzü aldı 🙂 Ama uçakla Cebelitarık’ı görebilir miydim? Veya fırtına sırasında bir anda çıkıveren gökkuşaklarını?
Tamam, tamam başlıyorum anlatmaya maceramızı, aslında ne şanslı olduğumu hattımızı öğrenince düşünmeye başladım, Amerika! 2007’de 2 aylık bir maceram olmuştu buraya, şimdi tam 9 sene sonra (offff çok fena yaşlanmışım) gemiyle tekrar New York’a Sefer’le gelme düşüncesi içimi kıpır kıpır etmeye yetmişti. E sonra gemiye geldim, kamaraya girince bayıldım zaten, önceki gemilere göre geniş, ferah, tavanı yüksek, oh dedim; ama asıl şanslı olduğumu ne zaman anladım biliyor musunuz, gemide ilk yemeğe indiğimde.
Daha önce yazdım, gemide insan bir hemcinsinin yokluğunu acayip hissediyor, ben bir kere çok kısa bir süreliğine canım Berkin’imle denk gelmiştim; ilk defa tanışmıştık, inanılmaz keyifliydi, o zaman da yazmıştım, karada görüşecek bir arkadaşım daha oldu diye, gerçekten öyle oldu, çok sevdiğim bir dostluğa dönüştü gemideki kader ortaklığımız. Bu gemide de ilk öğle yemeğinde anladım ki kader bana yine tatlı tatlı göz kırpıyordu, bu defaki bana kıyağının adı “Gülden Abla”ydı.
Gülden Abla Süvari Bey’in eşi, bana birisi deseydi ki “Sıla’cım hadi bir liste yap, gemide 3 ay Amerika’ya gidip geleceksin, e seyir malumun uzun, sen yanına bir arkadaş da istersin, kimi istersin, nasıl birisi olsun, özelliklerini yaz” deseydi, hiç şüphesiz ben hiç tanımadan Gülden Abla’nın bütün özelliklerini sıralardım alt alta. Sanki hayalimdeki gemi arkadaşını birisi benim için hazırlayıp getirdi:) Öncelikle çook iyi bir dost, yemeklerden sonra mutlaka kahve keyfimiz var, her konu hakkında çok rahat dertleşebileceğim, inanılmaz keyifli sohbet ettiğim birisi. Dahası ayaklı hobi merkezi gibi, ondan öğrendiğim-öğreneceğim öyle çok şey varki, yemek yapmaktan tutun iplerden ortanca yapımına kadar.. Kendisini sürekli geliştirmeyi seven, olduğu noktadan hep ileriye gitmek için çabalayan birisi ve gerçekten tam bir “Yenge”. Davranışlarını oturup izlemeniz yeterli “Gemide nasıl “Yenge” olunur?” sorusunun gerçekten cevabı, hanımefendiliği, kimseyi kırmaması, tatlı dili.. Kısacası ben idol yol arkadaşımı buldum, işte bu seferimin en büyük şansı.
Büyük kamaram, mükemmel bir yol arkadaşım, filmlerim,dizilerim,el işlerim, kitaplarım ve yanımda Sefer’im.. Gemi Türkiye’deki son limanı olan Aliağa’dan ayrılırken, adeta bir Kristof edasıyla artık keşfetmeye hazırdım, Yunan Adaları artık evin sokağı gibi olmuştu, köşeyi dönünce artık geri dönüş yoktu.
Gemimiz Akdeniz içerisinde seyrederken ben 3 ay ara verdiğimiz gemi hayatını ne kadar çok özlediğimi anladım. Kimine göre delilik, kimine göre maceraperestlik, artık hangi duyguysa içimdeki dalgaları izlemenin keyfi, arada görülüp kaybolan kıyı, bulutlar, gökyüzü ay ne biliym hepsi bana çok dokunaklı geldi. Tek sıkıntım gemideki titreşimdi, hatırlar mısınız ilk yazılarımdan birinde size bu titreşimi “Azer Bülbül efekti” diye yazmıştım. Gerçekten öyle ama, oturuyorsunuz tir tir tir, yatıyorsunuz tir tir tirrr, kitap okuyamıyorsunuz neredeyse harfler birbirine giriyor, el işi filan yaparken hadi bakalım ipliği iğneye sokun ahah 😀 “ Challenge accepted” 🙂 Aslında bir an düşündüm acaba titreşimden kilo verir miyim diye, öyle ya televizyonda satıyorlar göbeğini titreten banttan, benim tüm vücudum mütemadiyen titredi 20 gün boyunca ahah:) Bir de sürekli iklim değişiyordu, İstanbul’dan çıkarken dışarda titreyen ben, Akdeniz’den çıkmaya yakın aşağılarda neredeyse tişörtle dolaşacaktım dışarıda, insan iyice bi manyak oluyor.
Akdeniz içerisinde yine iyi, arada telefon çekiyor, televizyon çekiyor, Gülden Abla’yla vaktin nasıl geçtiğini anlamadım bile, akşamüstü vardiyalarında köprüüstünde güneşlenerek yaptığım el işleri, yanımdan ayırmadığım “#tarih” dergim.. Bir baktım ki 1 hafta bitmiş bile, hep hayalini kurduğum yere varmışız; “Cebelitarık”a..
Şİmdi bu satırları okuyan denizci kardeşlerim daha önce oralardan çok geçtiği için “Aman be ne var orada” diyeceklerdir veya ilgisi olamayan dostlar ne ki ora, Akdeniz’i Atlantik okyanusuna bağlayan yer diye kestirip atacaklardır; ama anneniz Coğrafya öğretmeniyse ve size çocukluğunuz boyunca her haritada Cebelitarık’ın yerini sorup gösterdiyse; evet dostlarım orayı görünce heyecanlanırsınız ahah 🙂
Öyle bir durumdu ki, düşünseniz hep haritada gördüğüm o minicik noktanın arasından geçip okyanusa açılacaktım. Ben sürekli Sefer’e “Yaa kaçta orda olucaz, ya inşallaah gündüz geçeriz ben fotoğraf çekicem, ay çok heyecanlıyım” dedikçe Sefer bana boş gözlerle bakıp “kızım İstanbul boğazı mı zannediyorsun sen orayı, arasında nerden baksan 10 mil var zar zor göreceksin” diye hevesimi baltalamaya çalıştı 🙂 Benim dışımdaki tüm personel için Cebelitarık’ın anlamı limanımız Tanger e ne kadar yaklaştığımız ve internetin oradan çekecek olmasıydı 🙂 Bense fotoğraf makinemi şarj edip, tripodum, montum, berem, müziğimle miyara çıkmaya hazırdım bile. Annemle telefonda konuştuğumuzda “bana fotoğrafını yolla oranın çook merak ediyorum” diyince annem, artık anlamıştım, Cebelitarık bizim ailemiz için bir merak kaynağıydı ahah 🙂
Son 1 yıldan beri aramın hayli iyi olduğu kader, bana yine kıyağını yaptı dostlar, öyle güzel bir havada geçtik ki Cebelitarık’tan. Tamam kabul ediyorum, bir İstanbul boğazı değil, doğru düzgün karayı seçemiyorsun bile, arası baya uzak, ona da tamam.. Ama bir akşamüstü, gökyüzünde inanılmaz güzel bulutlar, kulağımda Travis – Driftwood, elimde makinem.. Bir şarkıda diyor “Ah öyle nasıl hafif salınıyorsun, düzen, sokak, bina sana sahne”, evet hayalimi gerçekleştirmek için en güzel sahneyi doğa benim için yaratmıştı bile 🙂 Sakince geçip giderken iki kara arasında, suratımdaki tam bir pişmişkelle sırıtışını görmeliydiniz, içimdeki maceraperesti sorarsanız o adeta Amerika’yı keşfe çıkmış bir “Kristof Kolomb”:)
Akdeniz’deki son limanımız Tanger’deki (Fas) kısa süren operasyon sonrasında; bir gece vakti artık okyanusa açılmıştık, okyanus bize sağlam dalgalarla hoşgeldiniz dedi ilk 🙂 Bir kere okyanusta olma fikri çok acayip, ilk defa olduğundan mıdır nedir, beni o fikir de çok heyecanlandırdı, azıcık endişelenir miyim endişelenmiştim 🙂 (Evet evhamlıyım, daha önce söylemiştim ahah :)) İşin enteresanı hiç korkmadım, radara bakınca aslında korkulmayacak gibi değil, 96 deniz mili (yaklaşık 177 km) çapında tek bir Allah’ın kulu yok, düşünsenize bir siz varsınız. Yaklaşık 12 gün süren okyanus geçişimizde gemi görünce şaşırıyordum uzaklardan. Hele haritada bakınca bulunduğun yere, insan çok şaşırıyor “Ulan tee İstanbul’dan nerelere geldik” diye 🙂 Ben bir de yeni deneyimlediğim herşeyden çok heyecanlanırım, çok şaşırırım, herhalde bu yönümünde etkisiyle benim için hayli ilginçti tüm o yol 🙂
Bir kere deniz hayatımdaki en yüksek dalgalarla karşılaştım (8 metre), en şidddetli rüzgarla karşılaştım (55 knot/Yaklaşık 99 km hızla esen bir rüzgar). Bunun anlamını az çok tahmin edebilirsiniz, yayık ayranı gibi çalkaladı arada 🙂 Zaten lumbuzdan bakıp dalgaların üstünün beyazlaşmaya başladığını gördüğümde (anlamı dışarıda sağlam rüzgar var) içimdeki manyak plak Ahmet Kaya’dan çalmaya başlıyor “Biraaazdann kudurrruur deniiizzzğğzz” diye 🙂 Ya bi sus diyorum felaket tellalı gibi; ama tabiki de sonrasını biliyorum; sallanıcaz. Bu gemi enteresan bir biçimde diğer gemiler kadar sallanmıyor, o “ufak” gemilerde aynı havayı yeseydik eğer bilmiyorum şu an nasıl olurdum; bu gemi sakince sallanıyor, genelde agresifliğini dalgalara kafa atarak gösteriyor, düşünsenize uyuyorsunuz, bi anda daaaaannn diye bir ses, “heh başladı deli” diyorum ben içimden, “ah Mukocuğum başladı kafa atmaya” 🙂 Hatta normalde 3 gün önce New York’ta olacaktık; ama doğa gecikmemizde bir sorun olmayacağını düşündü, bizi biraz tuttu okyanusta, doğanın karşısında ne yapabilirsiniz ki, biz de sabırla bekledik.
En güzeli neydi biliyor musunuz, hava bozuk böyle sallanıp duruyor gemi, tam bıkıyosun böyle azcık söylenmeye başlayacaksın, kafanı bi uzatıyosun lumbuza doğru, dışarıda kocaaamannn bir gökkuşağı. Hayatımda hiç bu kadar yakından gökkuşağı görmemiştim, bu kadar devasa olanları. Beni o anlarda görmelisiniz, kamaranın içinde koşturan bir deli, “Ayyy makinem nerde, ayy telefonum nerde çekmem lazım” diye 🙂 Arada bulutlar şov yapıyorlar, inanılmaz güzel görüntü veriyorlar; ama arada hava çıldırıyor deli gibi yağmur yağıyor. 10 gün boyunca deniz üzerinde olabilecek neredeyse her türlü doğa olayını gördük anlayacağınız:)
Bir de internet yok, telefon uydu telefonu dışında çekmiyor; tam anlamıyla dünyadan soyutsun; arada güzel tabi; ama arada da haber almak istiyorsun, neler olup bittiğini bilmek istiyorsun. İşte tam burda imdada “Türkiye’nin Sesi” radyosu yetişiyor 🙂 Gemide telsizden radyo dinlenebiliyor; ancak Türkiye’den tek bir kanal çekiyor; o da TRT 🙂 Saat farkı arttıkca artık gece 11 haberlerini dinlemeye başladık; öyle komik ki okyanusun ortasında radyo dinliyorsunu; gerçi haberleri dinlerken Türkiye’den mi yoksa Kuzey Kore’den mi bahsediyor anlamıyorsunuz, nasıl yüzeysel, nasıl kısıtlı haberler; ama hayat mottom = 1 sıfırdan büyüktür 🙂 Hiç yoktan iyidir yani. Tam 90’lara dönüyor insan radyoyu dinlerken, türkü çalıyorlar, eski şarkıları çalıyorlar, cız cızzz ses geliyor aradan, acaip bir nostalji anlayacağınız 🙂
En son günlere doğru artık New York’a varma heyecanıyla yol bitmez oldu. Üstelik yanaşmadan 1 gün önce sabah Sefer’in telefonuyla uyandım; “Çabuk pencereden dışarı bak, Gulf Stream’den geçiyoruz, denizin üstünde buhar var.” dedi. Lumbuzdan bir baktım, inanılmaz bir manzara, bir yandan dalgalar, bir yandan denizin üstünde buharlar; işte ordaydım, İngiltere’yi buz gibi olmaktan kurtaran, pek çok doğa olayının özellikle bizi sallayıp duran fırtınaların oluşma sebebinde, ünlü Gulf Stream’in tam üstünde.
Ha vardık ha varıcaz derken, son gece bir baktım uyuyamıyorum heyecandan, düşünsenize 20 gün sonra karaya ayak basıcaktım. Zar zor yattım ve beklenen telefon geldi kamaraya, “Pilot gemideydi”. Bunun anlamı artık bir kaç saat içerisinde karaya yanaşacaktık. Gecenin bi körü kafamı kaldırdım lumbuza baktım, işte çook uzaklardan görünüyordu Manhattan, Özgürlük Heykeli’ni çok uzaktan seçebiliyordum artık; derin bir nefes aldım, ilk okyanus maceram bitmişti, fırtınalar dinmişti, o şehrin ışıklarını gördüğümdeki heyecanın tarifi imkansız, merhaba dünya, merhaba arabalar, merhaba ayakların karaya basmasının verdiği güven duygusu, hepinize, hepinize merhaba 🙂
Harikasın Sıla, tebriklerimi sunuyorum. İkiniz de öpüldünüz…
BeğenBeğen